Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğine Bir Bakış
8 Mart 1857’de, ABD’nin New York eyaletinde çalışma koşullarının iyileştirilmesini isteyen işçilerin iş bırakma eyleminden sonra çıkan yangından dolayı 120’den fazla kadın işçi hayatını kaybetmişti.
Yaşanan bu trajedinin nedeni, fabrika yönetiminin gerekli tedbirleri almamasıydı. Hayatını kaybedenler sadece kadın işçiler değildi. Onlar; birçoğunun annesi, eşi, kız kardeşi, sevgilisi ve belki de en yakın arkadaşıydı. Peki ya ne uğruna ölmüşlerdi?
Tüm dünya tepki vermişti bu olay olduğunda ve 8 Mart özel bir gün olarak ilan edilmişti. O günden bu yana daha önce varlıklarını korkarak gizleyen birçok kadın artık sesini çıkarmaya başladı. Her 8 Mart, sesini duyurmak isteyenlerin buluşma noktası oldu. Mitingler, protestolar ve sloganlarının atıldığı yürüyüşler aslında şimdiye kadar değersiz hissettirilen, varlıkları görülmeyen ve aşağılanan kadınlar için bir değişim ümidiydi.
Bugün hâlâ aynı savaşın mücadelesini veriyoruz. Eşitsizlik normalleşirken; kadının aleyhine olan her türlü baskıcı norm görünmez olmaya başladı. Toplumsal sisteme hükmeden eril anlayış önce zihinleri ele geçirdi.
Sadece kadınlar değil, erkekler de kendilerine biçilen rollerden dolayı muzdarip bir hale geldiler. Yüzyıllardır erkekler daha güçlü görünmek için baskı ve stres altında, kadınlar da bastırıldığı için kurban psikolojisi ile hayatı yaşamakta. Toplumun bize verdiği cinsiyet rollerinin ötesindeki kimliğimizi keşfetmeye çabalarken; öğretilmiş kalıplardan sıyrılıp yeni bir inanç sistemi ortaya çıkarmak için hâlâ uzun bir yol almamız gerektiğini görüyoruz.
Belki hukuki açıdan her anlamda kadın ve erkek eşit görünse de, cinsiyet eşitsizliğinin olmadığı bir yer söyleyebilir misiniz? İş yerlerinde, eğitim hayatında, medyada ve en önemlisi de ailede… Hegemonik erkeklik anlayışının olduğu bu sistemde kadınların hakları bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak her yerde ihlal ediliyor.
Kadınlar fiziksel şiddete ve cinsel istismara maruz kalırken; bunu yapan erkekler sokakta özgürce dolaşabiliyor. Anne ve babalar kız çocuklarını kısıtlarken erkek çocuklarını serbest bırakabiliyor.
Cinsiyetleri yüzünden erkekler yüceltilirken kadınlar sadece utandırılıyor ve regl olduğunu dahi kendi annelerine söylemekten korkuyor. Erkeklere gençliğinde kaç kişiyle beraber olduğu sorulurken kızları ilişkiden uzak tutmak için bütün baskı yöntemleri kullanılıyor.
Oğlan çocuklarına güç, şiddet, üstünlük ve otorite bir marifetmiş gibi öğretiliyor. Ve en sonunda kızını dövmeyen dizini dövmek zorunda kalıyor… Peki ama, ne yapmalı?
Şimdiye kadar bu savaşı yenmek için hep kadınlar sesini çıkardı. Ne yazık ki bu kalıcı bir çözüm olmadı. Toplumsal bir algıyı değiştirmek söz konusu olduğunda öncelikle en temele inilmesi ve kadının maruz kaldığı ayrımcılık araçlarının giderilmesi gerekiyor.
Her birey toplumsal cinsiyet eşitliğine dair ayrımcılıkları zihnen sorgulamalı ve davranışlarını dönüştürme konusunda kendi sorumluluğunu almalı.
Toplumsal düzeyde cinsiyet ayrımcılığına dayalı kalıp yargıların değişmesi için bilinçlendirme ve farkındalık çalışmalarının aileden başlayıp tüm eğitim kurumlarında, iş hayatında, üniversitelerde, medyada ve dini topluluklarda uygulanması gerekmektedir.
Ebeveynler çocuklarını toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı bir şekilde yetiştirmeli. Biyolojik cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kimliklerinin ayrımı öğretilmeli, insan haklarını doğrultusunda çocuklarını sosyalize etmeliler. Kız çocuklarında öz değer algısı geliştirilmeli ve sınır kavramı benimsetilmelidir.
Geleneksel düşüncelerin ve algıların bir yansıması olan dil kullanımına dikkat edilmeli. Ne yazık ki Türkçe’ye yerleşmiş bazı cümleler hâlâ cinsiyet ayrımcılığı içermektedir. Farkında olmadan bu cümlelerin günlük hayatta kullanılması, toplumsal cinsiyet rollerinin bireyler tarafından içselleştirilmesine neden olmaktadır.
Kadına korku, acı ve ıstıraptan başka bir şey vermeyen şiddet, sosyal bir kontrol mekanizması işlevi haline gelmiştir. Şiddetin hiçbir türü kabul edilmemeli, şiddet mağdurlarının ve şiddet uygulayan kişilerin destek alması teşvik edilmelidir.
Kimsenin cinsiyetine göre sınıflandırılmadığı ve yargılanmadığı bir dünya için önce tüm kadınların herkesten ve her şeyden bağımsız bir şekilde kendisine değer vermeyi öğrenmesi gerekmektedir. Çünkü kendini seven ve değer veren bir kadın; şiddete, ayrımcılığa ve haksızlığa her zaman dur deme becerisine sahip olacaktır.