Diğer tüm bozukluklar gibi, sosyal kaygı bozukluğunu gerekçelendirmek için genetik, biyolojik, çevresel ve ebeveyn faktörlerinden; aynı zamanda kişilerarası nörobiyolojiden oluşan kapsayıcı modeller geliştirilmesi gerekmektedir. Bu faktörlerin her birini ve hepsinin oluşturduğu ortak etkileri göz önünde bulundurmadan herhangi bir psikopatolojiyi açıklamak pek mümkün görünmemektedir. Nörobilim alanında yürütülen araştırmaların büyük çoğunluğu, kaygı bozukluğunun genel popülasyon için yaygın bir sorun olduğunu (%7-14) ortaya koymaktadır. Bu bozukluğun yaygınlığına işaret eden bir çalışma ise nüfusun %25’inden fazlasının yaşam boyu en az bir kez kaygı ile ilişkili semptomlar bildirdiği sonucunu sunmaktadır. Kaygı bozuklukları çatısı altında bulunan sosyal kaygı bozukluğunun etiyolojisini araştıran fonksiyonel nörogörüntüleme çalışmalarının meta-analizinin sonucuna göre, bu kişilerde korku ile ilişkili beyin bölgesinde aşırı aktivasyon ortaya çıkmıştır. Yeni metodolojik gelişmeler, beyin bölgelerinin işlevsel bağlantılarını araştırmanın ve daha standardize yapısal analizler yapmanın yolunu açmaktadır. Bu gelişmeler sayesinde beyinde aynı zamanda medial, parietal ve oksipital bölgelerin de çok önemli bir role sahip olduğu; sosyal kaygı bozukluğu yaşayanlarda parietal, limbik ve yönetici işlevlerden sorumlu frontal bölgeler arasındaki bağlantının azaldığı bulunmuştur. Fonksiyonel Manyetik Rezonans Görüntüleme (fMRI), Pozitron Emisyon Tomografisi (PET) gibi diğer nörogörüntüleme yöntemleri, nörobiyolojik modellerin formüle edilmesine izin vermektedir. Bu yöntemlerle kaygı bozukluğu belirtileri yaşayan bir kişide amigdala, hipokampus ve insulada artmış kan akımı tespit edilmiştir. Tüm bu çığır açan gelişmelere rağmen sosyal kaygı bozukluğunun nörobiyolojisinin farklı metodolojik yaklaşımların sonuçlarını entegre eden yeni veya güncellenmiş bir modeli ne yazık ki yoktur. Bu eksikliği gidermek adına yürütülmüş olan bir çalışmada belirli beyin bölgelerinin nöral ağlarının ilişkilendirilebilir oluşu, terapi veya terapötik stratejilere bağlı değişiklikler ele alınmıştır (Brühl, Delsignore, Komossa ve Weidt, 2014). Bu çalışmayı bizler için önemli kılan nokta sosyal kaygı bozukluğunun psikopatolojik mekanizmasının daha derinlemesine anlaşılmasını sağlıyor oluşudur. Sosyal kaygı bozukluğunun nörobiyolojisinin açıklandığı bu önemli çalışmanın bulgularına sırası ile bakalım:
- Bu çalışmanın sonuçlarına göre bilateral amigdala, komşu bölgeler, sağ insular korteks, ön singulat korteks, dorsolateral prefrontal korteks, medial prefrontal korteks ve bilateral oksipitotemporal bölgeler sosyal kaygı bozukluğunda daha aktiftir. Bu meta-analizin bir başka sonucu, sosyal kaygı bozukluğunda amigdala ile prefrontal orbitofrontal bölgeler arasında artan bir bağlantı olduğunu göstermektedir.
- Çalışmanın beyindeki yapısal-anatomik değişiklikleri ortaya koyan sonuçları, sosyal kaygı bozukluğu olan kişilerin beyin kortikal kalınlığının kontrol grubu ile benzerlik taşımadığını göstermektedir.
- Son olarak, sosyal kaygı bozukluğunun tedavisinde başvurulan anti-depresanların; bilateral, oksipital ve temporal kortikal bölgelerde aktivasyonu azalttığı; psikoterapi uygulamaları ile bu bölgeler ile frontal korteks arasındaki nöral aktivasyonun artışının mümkün olduğu sonucu sunulmaktadır.